Surly Surly

Gezi / Gezi Yazıları / Türkiye'den / AYVANSARAY



 
MİSTİK İSTANBUL (I)
 
BİZANS’IN SOKAKLARI
 

“İstanbul’un tarihi yarımadası…” 
Bu üç sözcüğü duymak Bizans’ın karmaşasını, kiliseleri, ikonları, camileri, Türkler’i, Yahudiler’i, Rumlar’ı, Ermeniler’I, bacıları, duduları, yüzyıllarca oynanan oyunları, sarayları, zindanları hep bir arada düşündürdü bana.
 
 
Gerçekten, bir sokaktan geçerken bunların hepsini hissetmek, bunları çağrıştıracak izlere rastlamak mümkün olabilir miydi?
 
 
Çağlar boyu yolculuğa “tarihi yarımada”nın kuzeybatısından başlayalım. Haliç kıyısında Ayvansaray’ın daracık sokaklarından içeri girdiğimde, beni önce harap durumdaki ahşap evler karşıladı. Evlerin arasına gerilmiş iplere asılı rengarenk çamaşırlar, yüzyıllar boyunca yaşananların coşkusuyla dans eder gibiler. Aysel Hanım’ın uçuşan çamaşırlarının gölgesinden geçtikten sonra, solda, pembe duvarın bitiminde karşıma çıkan demir kapıyı araladığımda Blahernai Ayazması’na girdiğimi öğreniyorum.
 
 
Blahernai semti ile ilgili antik çağa ait bir kalıntıya rastlanmamış ancak 379-395 yılları arasında yazıldığı belirlenen bir belgede, şehrin 14. bölgesi olup etrafının surlarla çevrili olduğu ve ikinci bir şehir oluşturduğu yazılmış. İçerisinde bir kilise, bir saray, bir nimfeum, bir hamam, bir tiyatro, bir lusorium, tahta köprü, on bir sokak, 167 ev, iki büyük direkli cadde , beş özel hamam, bir genel bir özel fırın ve beş ekmek dağıtım yeri varmış. Blahernai  Sarayı 5.yy da yapıldığı sanılan, içinde bir ibadet yeri, bir kabul salonu ve bir de yatak odası bulunan küçük bir köşk imiş. Daha sonraları, ana binaya ek olarak üç bina daha eklenmiş. Bugün yalnızca ayazması kalan Konstantinopolis’in Ayasofya’dan sonraki en önemli kilisesi, Blahernai Meryem (Teotokos) Kilisesi. Kilisenin bitişiğindeki şapelde Kudüs’ten gelen iki Bizanslı’nın getirdiği Meryem Ana giysileri saklanırmış. 10.yy’da büyük bir saray kompleksi oluşmuş ve 11.yy’dan itibaren imparatorların gözde mekanı haline gelmiş. I. Haçlı Seferi’nin başkomutanları surlara bitişik “kale” gibi yapılmış bu sarayda kabul edilmiş, kimbilir sahip olunan varsıllık komutanları nasıl etkilemişti.  Kilise 1400’lü yıllara kadar üç kez restore edilmiş, güvercin avlayan çocukların çıkardığı yangın sonucu 1434 yılında yanmış bir daha onarılmamış.
 
 
Ayazmanın çiçek kokulu bahçesinden geçip içine girdiğimde yanan mumların kokusunu, papazın dualarının mırıltısını, duvarların serinliğini hissederek, ellerimi uzatıyorum musluktan akan suya.
 
 
Ayazmadan çıkıp yukarı doğru yoluma devam ettiğimde İvaz Efendi Camii’ni görüyorum. Camii, Blahernai Sarayı’nın, o büyük ziyafetlerinin verildiği terasının üzerinde yer almaktadır. Bahçe kapısından içeri girdiğimde çocuklar karşılıyor beni. Önce avludaki altı köşeli çeşmeyi gösteriyorlar. 
Caminin Mimar Sinan’ın kalfası tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Mimar Sinan dönemi yenilik arayışının çok iyi bir örneği kabul edilen bu Caminin Minaresi diğerlerine göre geride yeralmakta ve bütün camilerin kapıları ortada iken, bu caminin iki kenarda iki kapıs,ı ortada da pencereleri vardır. Caminin etrafında dolaşırken bu terasta Issak Angelos Kulesi’nin kalıntısına rastlıyorum ve bitişiğinde Anemas Zindanı’nın girişinde buluyorum kendimi.
 
 
Zindanı, girişte konumlanmış “çaycı kulübesi”nin çalışanı Ahmet Bey’le geziyoruz. Hafif kıvrılarak inen dar bir girişten sonra, kapkaralığın içine düşüyorum. Yanan kibritin aleviyle aydınlanan koridorun iki basamağını inince, başka bir koridora geldiğimizi anlıyorum. Mazgallarından sızan ışıkta Konstantin’i düşünüyorum, atı üzerinde. Birden nal sesleri geliyor kulağıma. Ahmet Bey diyor ki “İşte bu ana caddeden geçermiş atıyla, Konstantin”. Küçük odalara girip çıkıyoruz. Üç katlı zindanın birinin ortasında, ancak bir insanın sığabileceği bir kuyu ağzı görüyorum, “Konstantin gelinini atmış bu kuyudan” diyor yine Ahmet Bey. Boşluktan aşağıya baktığımda düşlerimi durduruyorum. 
Zindanın ara katları çöktüğünden en alt kata indiğimde inanılmaz bir dehlizin içindeymişim duygusuna kapılıyorum. Koridorda ilerlerken birbirini izleyen kemerli kapılar görüyorum. Hücre kapıları.
Ürperiyorum. Karanlığın saldırısıyla çıkmak istiyorum dışarı. Çığlık sesleri duymadığıma şükrediyorum.
 
 
Terastan aşağıdaki vadiye baktığımda bir türbe ve sahabe mezarlarını görüyorum.
 
 
İvaz Efendi Camii’den yolumuza  devam ettiğimizde Blahernai Sarayı’nın içinde kalan, Bizans İmparator saraylarının en önemlisi ve günümüze gelebilmiş olanına, Tekfur Sarayı’na geliyoruz. 12. yy da 1. Manuel Kommenos’un “hem şehre, hem denize, hem de dışarıdaki araziye hakim yerde” yaptırdığı bu saraya, yıkılmış olan yan duvarlarına tırmanarak yukarıdan bakıyorum. Aşağıda büyük bir avlu, giriş katı, 4 kemerden oluşuyor giriş. İkinci ve üçüncü kattaki pencerelerden şehrin görüntüsünü oralarda yuvalanan, kimbilir hangi anılarla saklambaç oynayan güvercinlerin gözüyle görmeye çalışıyorum.
 
 
Tekfur Sarayı’nın duvarlarında açık renkli taşlar ve tuğlalar kullanılmış ve değişik motiflerle işlenmiştir. Bizans Sanatı’nın son dönemlerinde çok yaygınlaşan tuğla süslemeli dış cephe mimarisinin ilk örneği olduğu söylenebilir. Bu saray 18.yy’da çini imalathanesi olarak da kullanılmıştır. 
Biz Boğaziçililer için Tekfur Sarayının bir önemli özelliği daha var. Robert Kolejinin kurucusu Cyrus Hamlin okulu buraya kurmayı düşünmüş önceleri.
 
 
Tekfur Sarayı’ndan sokakların arasında dolaşarak aşağıya doğru indiğimde, Hançerli Kilise’ye geliyorum. Kilisenin çalışanı bir hanım açıyor demir kapıyı. Önce ayazmayı gezdiriyor. Dar koridordan girip merdivenleri inerken, önce bir ikon ve altında yanan mumları görüyorum. Yine mum kokusu içinden geçip küçük odadaki ayazma suyunun toplandığı havuzun başında duruyorum. Suyun üzerine düşen gölgelerde,  tarihin içinden bir yüzün görüntüsünü arıyorum. Ayazmadan, mis gibi kokan günlük kokusunu içime çekerek çıkıyorum.
 
 
Blahernai Ayazması’nın önünden geçerek Aya Dimitri Kilisesi’nin bahçesine girip, bir kare fotoğrafa, kilisenin bakıcısının yüzündeki gülümsemeyi yapıştırarak nefesleniyorum.
 
 
Ve sonunda, gezinin en renkli mahallesine giriyorum; Lonca Mahallesi. Çoğunlukla müslüman çingenelerin yerleştiği rengarenk neşeli sokaklarda yürüyorum. Bu kez Hacer hanımın çamaşır ipinde asılı elbiselerin ve gömleklerin oynaşmalarını izliyorum. Anneannelerin neşeli konuşmaları, anneleri sokağa çıkartıyor. Hepsi çok genç. Kiminde üç, kiminde beş çocuk. Çocuklardaysa buğulu bakışlar. Nedenini çözemiyorum. “Hergün düğün var” diyorlar. Gelin hamamları, çeyiz sermeler, kına geceleri, salon düğünleri, sokak eğlenceleri hepsi düş gibi. Çocuklarla konuşurken gelin hamamına giden bir gurup geçiyor önümden. Bizans’ın sokaklarında Osmanlı geleneklerini sürdürüyorlar. Dantelli elbiseler, şemsiyeler, tepsi içindeki takunya ve sabunlar, davul zurna eşliğinde sokaklar dolaşılarak hamamın önüne geliniyor. Fatih Sultan Mehmet’in arabacısının yaptırdığı Arabacılar Hamamı’nın önünde eğleniyoruz.
 
 
Belki de içeride insanlar, yüzyılların gelenekleriyle, renkleriyle, duygularıyla ve sesleriyle yıkanıyorlar. Geleceğe, şimdinin fotoğraflarını bırakıyorlar.
 
 
“Klik”!
 

 

 Bu yazı ve fotoğraflar, BÜMED dergisinde yayınlanmıştır. Tüm telif hakları Yelda Baler'e aittir.  Yazarın yazılı izni olmaksızın hiçbir şekilde ve internet dahil hiç bir ortamda bölümler halinde de olsa, yayınlanamaz ve kullanılamaz.


 
©2016 - Yelda Baler- Bagdat Caddesi Feneryolu Sit. 131/103 Feneryolu / Kadiköy - Istanbul ( Feneryolu Sabit Pazari Yani Köşe Bina )
Tel: 00 90 216 348 90 87 - Faks: 00 90 418 35 00 - GSM - 00 90 533 668 04 10
© Sitede bulunan yazi ve fotograflar, telif haklari kanununa göre yazili ve internet dahil hiç bir ortamda bölümler halinde de olsa, izinsiz yayinlanamaz ve kullanilamaz.