Surly Surly

Röportajlar / Sarışın bir Hintlinin Doğu Hatıratı



 
 
        
Sarışın bir Hintlinin
Doğu Hatıratı
Röportaj : Deniz İnsel  BÜMED Dergisi - Ocak 2005
 
 
Fotoğrafevi’nin Sarı Otobüsü geçtiğimiz Eylül ayında dokuzuncu kez
İstanbul’dan Katmandu’ya doğru uzun bir yolculuğa çıktı. Bu defa yolcular
arasında bizden biri de vardı: Fotoğraf Editörümüz Yelda Baler’90. İki yıl önce
bu yolculuğa ilişkin bir söyleşiyi Açık Radyo’da işittiğinden beri bunun hayalini kuran,
yolda olmanın büyüsüyle ikide bir kendini yollara vuran ben, Yelda ile söyleşmek
fırsatını elbette kimseye bırakmazdım. Yelda için bizden biri dedim ama söyleştikçe
onun aslında nereli olduğundan o kadar da emin olamadım. O galiba biraz Pakistanlı,
biraz İranlı, en çok da Hintli gibi! Onun bu değişen kimliklerinin en yakın tanığı,
İstanbul-Katmandu yolculuğunun kaptanı Ömer Yargan da söyleşimize katıldı.
 
 
Fotoğrafevi’nin bu uzun menzilli yolculuğu nasıl başladı?
Ömer Yargan: İlk yolculuk Faruk Akbaş ile 1995’de başladı. Harita üzerinden “gidilir mi, gidilmez mi” diye tartışırken, “yol varsa gideriz” deyip başladık. Akışlar, süreler, varışlar ortaya çıktı. Dönünce de insanlar galiba bizden enerji aldılar ki bu yolculuklara başladık. 1999’da “çok rutine biniyor” diye kaygılandık ve Moğolistan’ı denedik. Ama Hindistan yolculuğuyla kıyaslayınca, o cangıldan, onca renkten sonra, Kazakistan ve Sibirya stepleri çok durağan gözüktü. Sonuçta, İstanbul, İran, Pakistan, Hindistan, Nepal gibi bir ana rota da belirledik. O yoldan da tekrarları yaşamamak için her yıl kendimiz için, 1000 km. Kuzeye, 2000 km güneye serbest keşifler koyuyoruz.
 
Yelda’cığım, arkanızdan gıpta ile bakan beni İstanbulda bırakıp kendinizi yollara vurdunuz. Nasıl başladı bu yolculuk?
Yelda Baler: Neredeyse iki senedir hazırlanıyordum. Gitmeye İran yolundayken karar verdim. Geçen sene, olmadı. Onları uğurladım ama aklım da yüreğim de hep onlarla idi. Bir yıl boyunca aklımda sürekli o yolu yaptım ben.
 
Ne zaman çıktınız yola?
ÖY: 10 Eylül’de çıktık. 31Ekim’de döndük. Tam 52 gün boyunca, her gün başka bir yerde uyandık.! Ben ve Özcan Yurdalan hem otobüsü kullandık hem de rehberlik yaptık.
 
İlk durağınız Tebriz’e kadar hiç konaklamadan 38 saat gitmişsiniz.
ÖY: Konaklamadık ama, otobüsün arka kısmı yatak düzenine giriyor, yatıp uyuyabiliyorsunuz. Ayrıca yemek molaları veriyoruz ya da örneğin Erzurum’a giriyoruz, 5 saat duruyoruz.
 
Fotoğrafevi’nin bu ve benzeri yolculuklarına kimler katılıyor, fotoğrafçılar ağırlıkta herhalde?
ÖY: Önce fotoğrafçılardı, ama sonra çeşitlendi. Tarihi, coğrafyayı, yazmayı, yolculuğu seven insanlar geldi.
YB: Ben de bu yola asla fotoğraf için çıkmadım. Yıllardır yolculuk yapıyorum, önceliğim hep görüp yaşamak olmuştur. İş olduğunda bile, bir fotoğrafı çekerken önce o anı yaşamaya çalışırım. Amaç sade fotoğraf çekmek olunca, olmuyor. Kim olursa olsun önce sohbet edip bir şeyler paylamak gerekiyor. Sonra fotoğraf çekilmeli. Sakince...
ÖY: Sadece uzaklar değil, günlük şehir koşmacası içinde de öyle değil midir? Her şey yanınızdan hızla geçer. Halbuki bir dursanız, beş dakika durup baksanız, neler göreceksiniz. Yolculukta da böyle. Ortalama 30 km. Süratle giden arabanın camından gezegen akarken, önce bir durun, sonra inin aşağı, bir merhaba deyin. Arabanın camından çekmeyin fotoğrafı.
YB: Dönüşte, Quetta’ya girdik; “aman ne kadar temizmiş!” dedik. Halbuki gidiş yolunda İran’dan sonra ilk girdiğimizde çok pis ve karışık gelmişti bize. Böyle yerlere uçakla gittiğin zaman tam olarak algılamak mümkün değil. Ama yaşayarak gittiğin zaman, yavaş yavaş içine giriyorsun. Ne pisliğini, ne karmaşasını görüyorsun. Aksine hoşuna gidiyor.
ÖY: Durduğun yere de bağlı. Bir seferinde Hindistan’da Sihlerin kenti Amritsar’a geldik. Gün batımında Altın Tapınağın alev gibi kubbesini görünce herkes hayranlıktan çığlık attı. Bir arkadaşımız da yalnızca kenardaki çöplükte eşelenen hayvanları görüp “ya ne kadar pis bu şehir” diyerek tepkisini gösterdi. Bütün yolculuğu da her şeyi uzaktan izleyerek bitirdi.
 
Orayı değil kendini yaşamak bu. İyi de o zaman böyle bir yolculuğa çıkmak niye?
ÖY: Biz onlara çentikçiler diyoruz Halbuki birkaç isim hatırlasalar...
 
O zaman o şehir senin için insanlaşıyor, yoksa bina, tepe, sadece bir peyzaj. Aslında nasıl görmek istiyorsan öyle olur. Ben işi akışına bırakırım ve genellikle aramadan istediğim şeyler, şans mıdır nedir, oluverir.
ÖY: “Su yatağını bulur” derler. Varanasi’de Ganj nehrinde dolunayda bir de tekne turu yapalım istedik. Her taraf tapınak, çanlar, ziller... Tekneye binmeden elektrik kesildi. Dört milyonluk Varanasi’de bir tek ışık kalmadı. Karanlıkta Ganj’ın üstündeyiz.
YB: Birisi Ganj için “she is Ganga” tedi. Bizim için artık Ganj’ Ganga oldu. Teknede elimizde küçük spetler, içlerinde çiçekler ve mumlar. Elektrikler kesilince, tek ışık kaynağı o mumlar ve ay ışığı, ilerde nehrin kıyısında ölüler yakılıyor, küller uçuşuyor... Bambaşka bir atmosfer; var mıyım, yok muyum, yerde miyim, gökte miyim? Varanasi güzel yaşansın istedik. Kendiliğinden oldu.
ÖY: Bu arada iki arkadaş teknede uyuyordu ama.
YB: Oysa onlar da yaşasın istiyoruz, çünkü ertesi sabah o konuyu paylaşamıyoruz bile.
ÖY: Tac Mahal’de de benzer bir durum oldu. Günü batırıp döneceğiz. Ben otobüsün yanında bir gölgelikte kitabımı açtım okuyorum. Bir arkadaş yarım saat sonra döndü. “Hayırdır ne oldu? Derken, bir kaç kişi daha geldi. “Bir şey yok ki” dedi. “Tac mahal’e girmedin mi sen, nasıl bir şey yok?” dedim. “Girdim” dedi, “Bir aşk meşk hikayesi uydurmuşlar, başka da bir şey yok!”
YB: Bense Tac Mahal’e gideceğim diye, günler öncesinden Jaipur’dan ipek sariler aldım. Otobüste yanımda taşıdım, Tac Mahal’e varır varmaz otobüste sarındım. Bilmiyorum ki sari sarmasını, kapama göre sardım! Bir şekilde oldu. İnsanlar inanamıyor... Gözümde sürmeler, saçım toplu, alnımda bindi, elimde kına...
ÖY: Sarı saçlı bir Hintli yani!
YB: Gittiğin yere bulaşmak lazım. Oturdum, etrafı izledim, insanlarla konuştum, bir süre sonra şu durumdaydık; gelen” fotoğraf çekelim” diyor, fotoğraf çektiriyoruz. Bir aile geliyor, hepsi birlikte etrafıma sıralanıyor, başka bir aile kuyrukta bekliyor... 
 
İstanbul’dan çıkmadan Tac Mahal’e geçtik. Başa saralım. İstanbul’dan çıktınız, ilk durak?
YB: Tebriz, İbrişim Çarşısı; müthiş. Sonra İsfahan... İsfahan’ı daha önce de çok beğnmiştim. İkinci gün İsfahan’da Siesepol köprüsünün altındaki kahvelerde keyif yapacağım. Kendimi çarşıya vurdum. Baktım bir yerde kaftanlar satılıyor. Attım başımdaki, örtüyü, kaftanların birini çıkartıyorum, birini giyiyorum. En sonunda bir tane giyip, doğru Siesepol’e geldim. Ömer’le ve Özcan’la buluştuk. Nargile içtik, tanımadığımız insanlarla sohbetler ettik. İnsanlar çok güzeller, çok meraklı ve ilgililer. Sohbetin sonunda birinden bir şiir ya da bilezik, yani bir yadigar almak inanılmaz doyurucu bir duygu.
 
Buralarda yine otobüste mi kalıyorsunuz, yoksa otellerde mi?
YB: Vardığımız yerlerde otellerde konaklıyoruz. Onun dışında bazen gece yolunu otobüste yapıyoruz. Bu seneki gezi daha uzun konaklamalı oldu aslında.
ÖY: Gezinin tamamında, 20 gece otelde konakladık.
 
Tebriz, İsfahan... Pers kültürünün kaleleri, Hindistan da öyle. Doğu kültürünün, müzik, edebiyat, felsefenin çok derin ve bize göre farklı olduğu bu coğrafyada dolaşırken ne dinlediniz, ne okudunuz?
YB: Ben yolculuklara tek başıma ve arabayla çıkıyorsam, özellikle müzik dinlememeye çalışırım. Dışarının sesini duyabilmek için. Ama otobüste o yörelerin müziklerini dinliyoruz. Mesela İran’daysak Esfahani’yi dinliyoruz. Hindistan’da Rassam Firiri diye şarkılar söyledik, Nepal’de “Om Mani Padme Hum” sözcükleri dilimizden düşmedi.
ÖY: Hayyam’ın rubailerini de okuruz. Şehriyar’ın mezarına mutlaka gideriz. Sehriyar, İran Azerbeycanı’nın medarı iftiharı olan bir şair. İran’da muhafazakar bir rejim var. Ama öte yandan Nişabur’da Hayyam’a gösterilen itibar bize “İran’da farklı bir şey var” dedirtiyor. Yani yönetim biçiminin demokratik, teokratik, veya monarşik olması, bölgenin kültürünü etkilemiyor.
 
Dini rejimin bu kadar baskın olduğunu bir yerde şiir hala itibarını koruyor demek?
ÖY: İnsanlar güzel söz söyleme kaygısı güdüyor. İran’da Tebrizli Kemal isimli fotoğrafçı bir arkadaşımız var. Tebriz’deki son gecemizde, nargile kahvesinde sedirlere oturuyoruz. Özcan döndü “affedersiniz arkadaşlar, arkamı döndüm size” deyince Kemal, gülümsedi, “gülün arkası olmaz!” dedi. Bu cümleyi söylemek birikim istiyor.
YB: Yolculuğa dönersek Lut Çölü’nü gece geçtik. Bir ara durup aşağıya indik, yol gümüş bir yılan gibi ayın ışığını almış, kum deryasının arasında uzayıp gidiyor. Her yanımız yıldız. Uğultudan başka ses yok. Kum tanelerine karışıp uçacağımı hissederken biri gelip “kutup yıldızı hangisi?” diye sorunca büyü bozuluyor. 
 
Bazen sessizlik dokunuyor insanlara herhalde. Halbuki o sonsuzluk, kimsesizlik, sessizlik, durup hissetmek gerek değil mi?
ÖY: Hindistan’a ilk gittiğimde, bazı konularda ben de pek farklı değildim aslında. Varanasi, Ganj’ın kenarında Hinduların ünlü bir ibadet şehri. Varanasi’nin bütün atıkları Ganj’a akıyor. Hayvanlar giriyor. Bütün ölü bedenler yakılmıyor, bazıları sarılıp atılıyor. Nehirde didiklenmiş ölü bedenler dolaşıyor. Uzaklardan bakıyoruz, insanlar sadece edep yerleri kapalı, sapsarı bir suda çıplaklar. Yıkanıyorlar, dişlerini fırçalıyorlar, ibadet ritüelini yerine getiriyorlar. Bakarken ister istemez, aynı familyadan olamayacağımızı düşünmüştüm. Çok ayıp ama, kuyruk boynuz gibi ilave bir organları var sandım. Sonraki yolculuklarda Ganj’ın suyundan yapılan çayı bile içtim. Bağışıklığı öğrendik orada. İnsanlar inandığı için orası onlara çok temiz geliyor.
YB: Lut’u geçtik, Pakistan’a girdik. Önce Taftan Çölü’nu aştık. 24 saat sürdü. Sonra Quetta’ya vardık, tam bir cangıl, kalabalık, her tarafta hayvanlar, bağırış, çağırış... On bin tane motorlu rikşa - üç tekerlekli motosikletin kapalısı – var. O kadar egzoz dumanı var ki, zehir soluyorsun. Özcan para bozdurmaya gitti, bir dükkânın kıyısına çöktük hep beraber 3 kişi, 5 kişi, 10 kişi, 25 kişi, 50 kişi derken önümüz doldu. İki taraf da birbirine uzaylıymış gibi bakıyor. Birden Ömer kalktı, çıkardı şapkayı, “rupi rupi rupi” diye para toplamaya başladı.
ÖY: İlişki kurmak lazım! “Niye bakıyorsun mu? Diyeceksin. Öyle yapınca başladılar gülmeye.
 
Bir Batı kentine gittiğin vakit oradan alacağın şeyler belli. Oysa Doğuda renk, desen, biçim o kadar farklı ve çeşitli ki, çok baştan çıkarıcı olmalı.
YB: Elbette. Kıyafetler, takılar, halılar... Her yerde bir şeyler alıp onlar gibi giyinmeye çalışıyordum. İran7a gitmeden bir sene hazırlık yaptım. İran’da giyilir diye kıyafet aldım örneğin.
ÖY: Orada spor kıyafetle, botlarla sırıtıyorsunuz. Onlar gibi giyinince o toplumun içine sızıp, kayboluyorsunuz. O toplumun bir mensubu oluyorsunuz. Yoksa izleyici olarak kalırsınız.
YB: Quetta’dan Lahor’a geçtik. Bu arada çölde gece yol alıyoruz. Bu yol için tehlikeli derler, ama tehlike var mı yok mu anlamadık. Alenen bildirmediler ama hep önümüzde bir eskortla gittik Pakistan’da. Gece çölü geçerken, askerler “devam etmeyin” deyince mecburen onlarla sabahladık. Ama hiç bir sıkıntı yaşamadık. Lahor’dan sonra Hindistan sınırını geçtik, Hindistan’a girerken koca bir yazı karşılıyor insanı: “dünyanın en geniş demokrasisine hoş geldiniz” Oradan Amritsar’a girdik. Amritsar sihirli bir yer. Jaipur akıl almaz bir yer, her gördüğün renge, görüntüye, eşyaya saldırasın geliyor. Toza toprağa karışmış yaşlı, genç, güzel hepsinin üzerinde sarı Çingene pembesi, fıstık yeşili sariler... Törenler, tapınaklar, akıllara durgunluk veren yerler... Oradan getirip de yıkamadığım kıyafetlerim var. Oranın kokusu var üstlerinde. Çantayı açıp açıp kokluyorum.
 
Öyle ya, şehirler biraz da o kokulardır zaten. Haydi yola devam...
YB: Jaipur’dan sonra Agra, Tac Mahal’i gördük. Ve 30 saat yolculuktan sonra Varanasiye vardık. Bütün yol boyunca Ömer de Özcan da “Varanasi bambaşkadır” diyordu. Oraya gidince anladım ne demek istediklerini. Ganga’nın kenarında olmasının büyük etkisi var, bir tapınma kenti. Kutsanmaya geliyor insanlar. O kargaşaya, bize göre pisliğe, sen de karışıyorsun. Ganga’dan çıkan insanlara bakınca, inanılmaz arınmış, temiz görünüyorlar. Herkes dua ediyor. Bir tanesi beni yanına çağırdı, bir sürü dualar okudu. O sıralarda da sürekli başıma terslikler geliyordu; ayağım tökezliyor, makinelerim kırılıyor, filmlerim suya düşüyor, hepsine gülümseyerek bakmayı öğrendim. Okunma iyi geldi herhalde.
 
Doğuya özgü bir tevekkül geldi sana...
YB: O söylüyor, ben tekrar ediyorum, hiç bir şey anlamıyorum ama olsun! Elimizde iki tane sepet, “gir suya” dedi. “Hayır ben giremem mi” diyeceğim adama, girdim bileğime kadar, dedim ki, “olmadı, keseceğiz ayakları!” Adamın dediklerini tekrarladım, yaptıklarını yaptım, çiçekleri ölülerin anısına gönderdim Ganga’ya. Bulunduğun yere ve insanlara karışmak böyle oluyor. Varanasi’den sonra geldik Nepal’e. Katmandu’ya giden yollar çok kötüydü. 30 km’yi altı saatte geçtik örneğin.
ÖY: Heyelandan, 30 km’lik bir bölge darmadağın olmuş. Nepal’in heyelanı bitmiyor zaten, dönüşte en kötüsünü gördük.
YB: İyi şeylerden bahsedelim. Katmandu’da alışveriş çılgınlığına kapılmamak imkansız. Her yer Budist tapınağı dolu. İlk defa aynı yerde 4 gün geçirdik. Trekking öncesi çok iyi geldi. Oradan Pokhara’ya geçtik. Peva Gölü’nün kıyısında çok sakin bir kasaba. Ömer, trekking’e katılmayıp yolculuğun ortasında kampa çekiliyor orada. Beş gün sonra döndüğümde ermiş buldum onu! Bir gece yemek için göl kıyısına gittiğimizde kıyıdaki sazlığa yürüdük. Gölün ortasında küçük bir ada, adanın tepesinde de bir Budist tapınağı. Ayaklarımızın altında milyonlarca ateş böceği... Gözün alabildiğine ateş böceği ve inanılmaz hafif bir yağmur yağıyor. Hayatımın en usul yağmuruydu.
Trekking’de 12 kişiye, üç gruptan oluşan 22 kişilik şarpa grubu eşlik etti. Bir grup eşyalarımızı taşıyor, bir grup rehberlik yapıyor, bir grup da tamamen mutfak eşyaları ve yemeklerden sorumlu. Beş gün dağlarda kaldık. Nem oranı çok yüksek. Her şey ıslak ama kurutamıyorsun.  İki gün düzenli yukarı çıktık. Kuzeye doğru Pull Hill tepesine çıktığımızda, karşıda Machapuchare’nin zirvesini görmek her şeye değdi.
ÖY: Dönüşte bozuk yoldan tekrar geçmemek için Hindistan’a başka bir yoldan girmek istedik. Yeni yolda da bu kez dokuz saat kaldık. Yolun tamamı 6-7 saat, meğer çok büyük bir heyelan olmuş. Sonra Kuzey yolundan Platno, Delhi ve Puşkar’a geçtik.
YB: Puşkar Hint ipeklerinin yeri. Binlerce kıyafet. Her şeyi giymek istiyor insan. Daha sonra Jaisalmer’e geçtik. Burası kum çölünün ortasında kumun rengini almış bir yer. Ama insanları Rengarenk. Kıyafetler başka, sariler başka...
ÖY: Yaşlı adamların sarıkları bile pembe!
YB: Derken Pakistan Pencab’ının başkenti Lahor’a geldik. Amritsar da Hindistan Pencab’ının başkenti. Biliyorsunuz “Penc” Farsça’da beş demek, ab da su. Pencab, beş su anlamına geliyor. Himalayalar’dan gelen beş tane nehir besliyor o bölgeyi.
ÖY: Lahor’dan emekli Taliban’ların başkenti. Peşaver’e geçtik. Zaten kırlarda hala faaller. Daha sonra Hayber Geçidi’nden geçtik. İndus Nehri Pakistan’ın tam ortasından geçiyor. Giderken İndus vadisinin doğusundan gidiyoruz. Dönüşte de batı tarafından geçiyoruz. İran’a girince de “ne kadar huzurlu bir ülke” diyorsun. Ne gürültü var, ne trafik.
YB: Hazar’ın kıyısından İran’a Horasan’ın merkezi Meşhed’e geldik. Girdiğim her yeri bana kazandıran bir kaç küçük an yaşarım ve orası benim kentim olur. Meşhed’de İmam Rıza’nın türbesine gittik. Orası büyük ve kasvetli geldi bana, sevemedim. Zaman da kısıtlıydı. Nasıl derim “Meşhed’de bir şey bulamadım” diye. Yemekten sonra bir Azeri kahvesine gittik. İnanılmaz bir atmosferi vardı. Duvarlarda şiirler, bir sahne, sahnede bendirler, çalgılar, ney, birileri çalacak belli... Koca bir testi vardı mesela, testinin üzerinde Hayyam’ın olduğunu öğrendiğim bir şiir yazıyor. Kahvenin sahibi Afşin’e şiirleri soruyorum. Okumaya başlıyor. Kapıldık gittik. Biri bitiyor, öbürünü soruyoruz.
 
Bu arada, hangi dilde konuşuyorsunuz?
YB: Türçe, Azerice. Bütün İran’ın kuzeyinde konuşabiliyorsun. Neyse, bu arada simsiyah sakallı, saçlı, kömür gözlü bir genç, nargile hazırladı, çay verdi. Sonra sazıyla çalmaya ve titreyen sesiyle şarkılara başladı. Çay istemek için bakınırken, bir başkası geldi yanı başıma ve “cân” dedi. Yüreğinin bütün zenginliğini akıtırcasına, bir “can”... Ve Meşhed benim oldu.
 
Sonra Hazar kıyısından Reşt’e oradan da Bender-i Anzali’ye geldik. Bender-i Anzali Hazar kıyısında bir liman kenti. Balıkçılık iştemesi ve tecaretini yapıyorlar. Oradan Masuleh’e geldik. Daha önce gördüğüm Masuleh beni İran’da İsfahan’dan sonra en çok etkileyen yer. Bizim Mardin’e benziyor. Üst üste evler, her bir evin bahçesi bir alttaki evin damı şeklinde. Daha sonra Türkiye’ye girmeden önceki son noktamız olan Tebriz’e geçtik tekrar. Herkes bu yolculuğu farklı yaşıyor. Mesela Nepal’den sonra bazıları “dönüşteyiz” dedi. Halbuki değil, yoldayız.  
Döndükten sonra hep “oralarda yaşar mısın?” sorusuyla karşılaştım. Benim için önemli olan oralarda yerleşik olmak değil, her zaman yolcu olmak. Yolda olmak, yolculuğu yapmak... Güzel olan o. Hep başka bir yerde uyanmak, başka bir yerde başını yastığa koymak. 52 gün boyunca hiç geçmişim yokmuş, yollarda doğmuşum, Sarı Otobüs de evimmiş gibi yaşadım.
ÖY: Bir Arap gezginin dediği gibi “akan su temiz kalır, durgun su kirlenir.”
 
... Bu sarışın Hintli güzel, şimdi eminim, gündüz ya da gece, yine yol rüyaları görüyordur, ne yalan söyleyeyim ben de...          
 
 

 

Bu yazı ve fotoğraflar, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği BÜMED dergisinde yayınlanmıştır. Tüm telif hakları Yelda Baler'e aittir.  Sanatçının yazılı izni olmaksızın hiçbir şekilde ve internet dahil hiç bir ortamda bölümler halinde de olsa, yayınlanamaz ve kullanılamaz.

 
 
 
 
 
 


 
©2016 - Yelda Baler- Bagdat Caddesi Feneryolu Sit. 131/103 Feneryolu / Kadiköy - Istanbul ( Feneryolu Sabit Pazari Yani Köşe Bina )
Tel: 00 90 216 348 90 87 - Faks: 00 90 418 35 00 - GSM - 00 90 533 668 04 10
© Sitede bulunan yazi ve fotograflar, telif haklari kanununa göre yazili ve internet dahil hiç bir ortamda bölümler halinde de olsa, izinsiz yayinlanamaz ve kullanilamaz.